Bir Annenin Ardından
Evde çıt yok,
biraz da loş sanki. Tüm ışıkları yakmalı, içimdeki ürperti geçer belki. Ne
yalan söyleyim, kendimi biraz hırsız gibi hissediyorum. Çocukluğumun geçtiği ev
de olsa, siz yokken burası bana iyiden iyiye yabancı geliyor. Kapı açılıp da
sen içeri girsen, ne yapıyorsun burada demez misin, anne?
Her şeyi
usulüne uygun yaptık, için rahat uyu. Keşke babam da olsaydı, bu kadar
zorlanmazdım belki. Ama işte, olsaydı da sensizliğe dayanamazdı o, biliyorum.
Yengem sağolsun, yardım etti biraz; yemekti, helvaydı, mevlüt şekeriydi falan…
Alnımızın akıyla görevlerimizi yerine getirdik. Tek evlat olmak amma da zormuş.
Şimdi ben bu evin atsan atılmaz satsan satılmaz eşyalarını nasıl tek başıma
ayıklayacağım, söyle bana!
Önce tüm evi
şöyle bir dolanıyorum, alıcı gözle bakıyorum. Kapının önünde duran ayakkabını
içeri alıyorum. Acaba önce ayakkabılardan mı başlamalı? Onlar kolay yahu,
hepsini toplayıp ihtiyacı olanlara veririm, ayakların benden iki numara küçüktü
zaten. Ben doğru yatak odana geçiyim, 13 senedir tek başına yattığın, babam
gideli beri, evin işi azalsa da hep yorgun olan bedenini dinlendirdiğin.
Nasıl olsa
hepsini atacağım diyerek, şifonyerin iç çamaşır çekmecesini açıyorum. Dantelleri,
satenleri güpürleri seri hareketlerle bir naylon torbaya alıyorum. Derken
içinden bir kalem halıya düşüveriyor. Bu çekmecede kalemin ne işi var diyerek
elime alıp bakıyorum ki üzerinde bir isim: Semiha Akınoğlu. Sizin okulun müdürü
değil mi bu? Evet evet o. Ama bu kalem neden sende anne? Anlam veremiyorum.
Öyle sana hediye edebileceği türden bir eşya da değil ki. Yoksa…
Bir öğretmen
arkadaşının bize geldiği günü hatırlıyorum, yalnız konuşmak için kibarca beni
salondan çıkarmıştı, tabii ben meraktan yerimde duramayıp kapının arkasından sizi
dinlemeye çalışmıştım. Odalarda kaybolan eşyalardan bahsettiğinde neden bunu
okulda müdürüyle konuşmadıklarına, ne biliyim bir güvenlik kamerası falan
yerleştirmediklerine bir anlam verememiştim. Sen ne yapabilirdin ki bu konuda?
Kapının ardından ayrıntıları çok seçemiyordum, ama şunu duyduğuma çok eminim.
“Acaba bir doktora mı gitsen Belma? Bak, öyle ilaç milaç da vermiyorlarmış,
psikologlar tedavi ediyormuş. 6 ay, bir senede kurtulursun. Kimselere de
söylemem ben, söz.” Sonra senin utangaç sesini duyduğumu hatırlıyorum. “Canım,
ben istemiyorum ki kurtulmayı, yıllardır alıştım, sönük hayatıma bir kalp
çarpıntısı çok mu fazla? Hem bir süre dikkat ederim, unutulur.” O an sanki beni
dinlediğim kapıdan elektrik çarpmıştı da irkilip konuşmanızın geri kalanını dinlememiştim
bile. Ah anne ah…
Düşüncelerim
mazide, bedenim yatak odasının dehlizlerinde, görevime kilitleniyorum adeta.
Bir an önce şurda işimi bitirip çıkmalıyım buralardan. Takıları seçmeye
başlıyorum. Birkaç altın parçayı zaten daha önce bana vermiştin, “ne takacağım ayol,
bundan sonra hasta hasta” diye. Taşları boncukları karıştırırken aralarında
uzun porselen bir çay kaşığı görüyorum. Üzeri el işi naif bir çiçek deseniyle
süslü. Takımından ayrı, yalnız kalmış buracıkta. Kim bilir, hangi arkadaşında
gördün de, küçücüktür bir şey olmaz diyip çantana atıverdin. Sonra da ah kim
bilir ne üzüldün, geri yerine koymak için senaryolar kurdun da götüremedin bir
türlü. Ah annem ah.
Yüküm
ağırlaştıkça yürümekte zorlanır gibi yavaş adımlarla yatağa gidip usulca oturuyorum.
Komodin çekmecelerini boşaltmaya başlıyorum. İlk çekmecesinde kremler, bir
kalem, okuma gözlüğün gibi eşyaların arasında bir çakmak dikkatimi çekiyor.
Fenerbahçeli bir taraftar çakmağı bu. Senle hiç mi hiç ilgisi olamaz. Sigara
içmezdin ki, hem ocağı yakmak için kullansan da onun komodinde ne işi var.
Kaldı ki Fenerli de değilsin. Bindiğin bir takside, arabanın ani hareketiyle
yere yuvarlanan çakmağı çantana atarken seni görebiliyorum. Üstelik bu defa,
öyle pek de suçlamamış olmalısın kendini. Çakmak dediğin şey, üç kuruşluk,
habire kaybolur durur ya; üstelik içmesin adam da şu zıkkımı ayol, derken seni
duyar gibiyim. Sen ve hiç eksik etmediğin ayolların, ah anneciğim ah!
İkinci
çekmecesinde çorapların var, gelişigüzel istiflenmiş. Bunları da atmalı,
kimseye verilmez diye düşünüyorum, çamaşır poşetine doldurmaya başlıyorum.
Altlara doğru bir lavanta kesesi görüyorum, nakışlarla işli, çeyizinden kalmış
olmalı. Lavantanın rahatlatıcı kokusunu daha yoğun alabilmek için elimle
ovalarken içinde sert bir şey hissediyorum. Ama bu, bu benim kolyem. Lise
mezuniyetimin olduğu gece, baş başa sabahlayıp bir türlü vedalaşamadığımız o
gece, Ozan’ın bana hediye ettiği kolye. Ozan üniversite okumaya yurtdışına
gidecek diye günlerce ağlamıştım da sen beni bir kez bile telkin etmemiştin. O
gencecik ve merhametli aklımla, senin de acın taze diye düşünmüştüm. Demek sen,
imkansız aşkımın anılarından beni kurtarmak için o kolyeyi almışsın.
Pınar Koçak
Saraçoğlu
13.03.2022 /
Adana
Sanal Yazıevi
Öykü Atölyesi 2.Modül – Nil Devletoğlu